17 Mart 2016
Dünya ekonomisi, 2008 sonbaharında patlak veren küresel finans krizinden bu yana 7 yıl geride kalmış olmasına rağmen, krizi atlatacak bir sürece gireceğine, küresel, bölgesel ve yerel sorunların üst üste bindiği, üst üste katlandığı bir sürece girmiş durumda. Dünyanın gelişmiş ekonomilerindeki orta sınıf, 1950’lerden bu yana ki en kötü dönemini yaşamakta ve söz konusu ‘demokrasi beşiği’ oldukları hep dillendirilen bu ekonomilerde, gelir dağılımındaki bozulma, orta direkteki erime, en zengin ile en fakir arasında katlanan uçurum, ülkelerin sosyo-ekonomik hayatını da etkilemeye başladı. Bu durum, orta üstü zengin ve en zengin kesimde, pek çok gerekçeye bağlı olarak, bir ayrışma, bir gettolaşma güdüsünü de beraberinde getirmekte. ABD’deki ‘faşistleşme’, Amerikalı entelektüellerin endişeleri ve Cumhuriyetçi Parti’den başkan adayı Donald Trump’ın, söylemi ile, esas Amerikan toplumunun ‘beyaz anglo-sakson protestan’ bu elitist kesimine seçmen olarak oynadığı, sürekli konuşulmakta.
G20 Grubu’ndaki belirli bir ülke grubu ve liderlerinin pek çok uluslararası toplantıda dile getirdiği gibi, ‘Piyasa Kapitalizmi’nin bugün tıkandığı noktanın, sistemdeki çürüme ve içeri doğru çöküşün, büzüşmenin, küresel yoksullukla mücadeledeki başarısızlığın, ‘insan’ı odağa koyamayan, koymayan bir ekonomik sistem anlayışının, artık dünya ekonomisinin bugün ve geleceği için, küresel sistemin sürdürülebilirliği açısından büyük bir tehlike arz ettiğini belirtmekteler. Üretilen katma değer eşit bir şekilde paylaşılmasa da, milli gelir büyümeye devam ettiğinden ve piyasa kapitalizmin tüm ‘algı mekanizmaları’, tüm pazarlama imkanları devrede olduğundan, insanlar tüketerek, para harcayarak mutlu olmaya çalışıyorlardı.
Bugün, tıkanan sistem ile, insanlar artık geleceğe dönük korku içindeler ve gelişmiş ekonomilerde ilk kez çok yüksek oranlı bir ‘tasarruf’ eğilimi söz konusu. Bu noktada, Çin ve Güney Kore’nin ‘devlet kapitalizmi’ odaklı kalkınma modeli ve geldikleri nokta da irdeleniyor. Dünya ekonomisi, kamunun ekonomilerdeki rolünün yeniden yükseleceği bir sürece mi sürükleniyor; önemli bir tartışma dönemi başlıyor. Avrupa, sosyo-ekonomik sistemdeki tıkanmayı ve orta sınıftaki mutsuzluğu, siyasetin sağ cephesinde bir radikalleşmeye dönüştürüyor ve radikal sağ partilerin oylarında ciddi bir artış söz konusu. Orta sınıf, Avrupa’ya gelen göçmenlerin işlerini ellerinden aldıklarını düşünmekte ve ‘yabancı düşmanlığı’, ‘islamofobi’ çok tehlikeli bir boyut kazanmış durumda. Trump’un Cumhuriyetçi Parti başkan aday adayı olarak, radikal bir söylemle götürdüğü seçim kampanyasına cevap alması da, eğitimli Amerikalıları endişelendiriyor.
Küresel piyasalarda, 2009-2014 dönemi, dünya ekonomisinin büyümesi ve uluslararası ticarete yönelik kötü haberler, önde gelen merkez bankalarının parasal desteklerinin devam edeceği anlamına da geldiğinden, piyasalarca olumlu karşılanmış ve hisse senedi piyasalarına ‘bol paradan nasipleneceğiz’ anlamında, aşırı iyimserlikle gelen alımlarla, hisse senedi fiyatlarına yükselişler olarak yansımıştı. Bugün ise, Avrupa’nın önde gelen bankaları için batma risklerinden söz edilirken, artık ‘kötü haberler’ ‘kötü haber’ olarak algılanıyor. Çünkü, önde gelen merkez bankalarının küresel ekonomide var olan bu sıkıntılı tabloyu desteklemek adına yapabilecekleri parasal genişleme adımlarında artık limitlere dayanılmış durumda.
Finans piyasaları, yatırımcıların politika yapıcıların küresel ekonomiye destek sağlayabileceklerine yönelik güvenlerini kaybettiğini işaret ediyor. Bu nedenle, küresel ekonomik sıkıntılar ve bu sıkıntıların ABD ekonomisi üzerindeki olası etkilerine bağlı olarak, faiz artırımında hem aceleci olmayacaklarını , hem de çok kademeli bir artış öngördüklerini açıklaması sonrasında, FED Başkanı Yellen’ın sözleri hem ABD, hem de Avrupa hisse senetlerine satış getirmiş durumda.
Puslu havaları seven ve artan küresel ve siyasi belirsizlikten nemalanan Altın ons başına 1,250 ile 1,225 Dolar aralığındaki hareketini sürdürürken, ABD petrolü de varil başına 27 Doların altına inmiş durumda. Bugün artık; Avrupa’dan Japonya’ya, merkez bankalarının ilave teşvikler için hazır olduklarını işaret etmeleri, yatırımcıların küresel büyümeye ilişkin endişelerinin yatışmasını sağlayamıyor. Ham petroldeki satış dalgası ve zayıflayan kredi piyasaları sorunu daha da derinleştiriyor.
Yellen, merkez bankasının, finans piyasalarındaki son kargaşaya bir tepki olarak planlanan faiz artırımlarını erteleyebileceğini, ancak bundan vazgeçmeyeceklerini işaret etmiş olsa da, piyasadaki moralsizlik önemli bir risk ve Türkiye’nin dikkatli olması gerekiyor. Merkez Bankalarının sorunları çözmede giderek daha yetersiz kalmakta olduklarına dair görüş daha da güçlenir ise, gelişmekte olan ekonomilerden sermaye çıkışı hızlanabilir. Bu nedenle, Türk Ekonomi Yönetimi’nin Türkiye’yi, başarabildiği kadar, pozitif ayrıştıracak tedbir almasında yarar var.
Japon Merkez Bankası’nın (BoJ) Ocak ayı sonundan bu yana küresel piyasalara damgasını vuran, bir çok önde gelen merkez bankasının nasıl tavır alacağı konusunu bir anda öncelikli kılan ‘negatif faiz’ adımı sonrasında, tabir caiz ise, ‘çarşı karıştı’. Küresel piyasa profesyonelleri, Avrupa Merkez Bankası (ECB) ve Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) bir karşı atağı olup olmayacağını konuşmaktalar; ama pek çok uzman, ECB ve FED’in para politikasında artık hareket edebilecekleri bir alan kalmadığını düşürmekteler; ayrıca, iki merkez bankasının daha da ‘genişletici’ para politikası adımları atmaları halinde, itibarlarının iyice törpüleneceği konuşuluyor. İlginçtir, 2016’ya o kadar sert, ağır bir küresel ekonomi gündemi ile başladık ki, profesyoneller, bugün FED’in Aralık ayında faiz artırımı konusunda ‘erken’ davranmış olması nedeniyle, başını belaya soktuklarını düşünmekteler. Bu nedenle, merkez bankalarının, küresel piyasalar üzerindeki moralsizliği dağıtmaları gerektiği konuşulmakta.
Türkiye, küresel piyasalardaki bu ‘ağır’ atmosfer içerisinde, en kısa zamanda açıklanmasını umut ettiğimiz mikro reformlar, yüzde 3,5-4 civarındaki büyüme kararlılığı ve devam ettirdiği mega projeler ile, uluslararası piyasa profesyonellerine, ‘pozitif yönde’ ayrıcalıklı davranılmasını hak ettiğini göstermeye çalışıyor. Ama uluslararası derecelendirme kuruluşlarının Türk bankalarına yönelik ‘riskler artıyor’ yönündeki değerlendirmeleri, kafaları karıştırmaya yetmekte. Bu tür negatif raporlar, terör ve bölgesel siyasi belirsizliklere rağmen, Türk Lirası’ndaki değerlenme dikkat çekici. Dolar kuru 3,04-3,00 TL bandından, 3,00-2,96 TL; hatta, 2,96-2,92 TL bandına geçmeye çalışıyor. Türk Lirası’na yönelik hareketleri iyi takip etmemiz gerekiyor.
Küresel emtia, hammadde piyasalarındaki fiyatlar, 2000’li yılların başlarına kadar, ağırlıklı olarak bu hammaddelere gösterilen fiziki talep ve ülkelerin fiziki hammadde arzının piyasada dengelenmesiyle şekillenirdi. Bu nedenle, petrol fiyatlarının 15 ile 20 Dolar arasında seyrettiğine şahit olurduk. Ne yazık ki, gemi azıya alan ‘liberal iktisatçılar’, finans piyasaları üzerindeki düzenleyici ve denetleyici yasaları yumuşattılar; hatta kaldırttılar ve 2003’den itibaren, adeta tırmanan bir ‘risk iştahı’ ile, türev piyasalarda bireysel ve kurumsal yatırımcılara, ‘finansal kaldıraç’larla, ellerindeki imkanın çok üzerinde hammadde alım-satım kontratı işlemi yapma imkanı verildi. Ve bir anda, küresel piyasalarda, tarım, metal, maden, enerji türevlerinin fiyatlandırma alışkanlıkları değişti.
Emtia fiyatlarında rekor tırmanışlar gözlemledik. Önde gelen merkez bankalarının sebep olduğu parasal genişlemenin de tetiklediği bir konjonktürde, pek çok emtia ihracatçısı ülkenin, Rusya ve Brezilya gibi ülkelerin gelirlerinde öyle artışlar oldu ki, ülkeler bir ‘ekonomik şımarıklığın’ içine sürüklendiler. Rusya, Körfez Ülkeleri, Latin Amerika Ülkeleri, petrol, doğalgaz, altın ve pek çok maden ve metalin ihracatından kazandıkları gelirin ‘büyüsü’ ile, giderek bu yer altı kaynaklarının ‘esiri’ olmaya başladılar ve bu ülkeler bir için çok tehlikeli bir ‘kaynak laneti’ oluştu. Prof. Dr. Gülden Ayman’a bu tabiri hatırlatmış olması nedeniyle teşekkür ederim. 2003 yılına kadar, dünya ile entegre olmak için çaba sarf eden, ekonomik ve demokratik standartlarını, yolsuzluklarla mücadeleyi iyileştirme gayreti içinde olan söz konusu ülkeler, emtia ihracatından kazandıkları para sayesinde döviz rezervlerini doldurmaya ve ‘devlet yatırım fonları’ kurmaya başlayınca; ‘aşırı güven ve kibir’ sendromuna girdiler.
Ve hem kendi coğrafyalarında hem de dünya coğrafyasında, siyasi ve askeri manevralara eğilim göstermeye başladılar. Bu nedenle, küresel ekonomi-politik sistemin daha fazla barışa ihtiyaç duyduğu, ‘sürdürülebilirlik’ adına daha fazla küresel işbirliği için çaba sarf ettiği bir dönemde; tersine, emtia ihracatçısı kimi ülkelerin ‘siyasi ve askeri’ şovları tırmanışa geçti; bölgesel ve küresel dengeler bozulmaya başladı. 2000’li yılların başlarında, bir virüs gibi dünyayı saran ‘finansal açgözlülük’ ve sebep olduğu emtia, hisse senedi ve gayrimenkul fiyat balonunun ‘yoldan çıkardığı’ ülkelerin sebep oldukları siyasi kargaşanın bugün bedelini ödemekteyiz.
Petrol fiyatları uzunca bir süre toparlanamayacak. Ve bir kaç yıl öncesine kadar ekonomilerini petrol ve doğalgaz ihracatına bağımlı olmaktan kurtarabilecek durumdayken, kazandıkları ‘Dolar’ların büyüsüne kapılmış ülkeler ve yöneticileri; bugün kendi vatandaşlarına da bir bedel ödettirmekteler. Türkiye bu tablodan ders çıkarmalı ve mutlaka ihracata konu olan mal çeşitliliğini, 6000 farklı maldan, 10 bin ve ötesine taşımalı. Türkiye’nin dış politika ve dış ticaret alanında son 5 yıldır yürütmekte olduğu ‘okyanus kıyısı ülkeler’e açılım politikası her anlamda stratejik bir öneme sahip. Küresel ticarette iddialı olan ülkelerin her yıl mallarını satmak adına kat ettikleri ortalama mesafe 4 bin 800 km’yi bulurken, Türkiye kabaca bunun yarısı bir ortalama km mesafede dış ticaret yapıyor. Ancak, Türkiye bir istisna değil. Avrupa, Yakın Asya ve Afrika arasında yer almakta olan ülkelerin bütününde, karasal alanda o kadar çok sayıda ülke var ki, yakın coğrafyayla dış ticaret yapmanın avantajı ortalama km’yi doğal olarak düşürüyor. Türkiye’nin ortalama 2 bin 500 km olan ihracat mesafesini ortalama 5000 km’ye taşıyıp, iki katına çıkarması, hiç şüphesiz küresel ekonomideki dalgalanmalara karşı Türkiye’nin dayanıklılığını daha da artıracaktır.
Ucuz emtiayı katma değere dönüştürelim
Nitekim, dünya ekonomisinin ve küresel ticaretin içinden geçtiği hayli zorlu dönem ve yaşanan zorlukların bir müddet daha kalıcı olacaklarına dair analizler, Türkiye’nin ihracat alanında, iddialı ülkeler gibi ortalama km’yi, daha uzak coğrafyalara ihracatı mutlaka gündemine almasını ve bir an önce Atlantik ve Pasifik okyanusuna kıyısı olan ülkelere de ağırlık vermeye başlamasını gerektirmekte. Bu noktada Türkiye, emtia fiyatlarındaki gerilemeyi mutlaka katma değere dönüştürmeli. Enerji Bakanı Berat Albayrak’ın doğalgaz fiyatına yönelik müjdesi kritik önemde. Gerileyen enerji fiyatlarından dolayı sıkışan komşu ülkeler bugün, önceki yıllardan çok daha fazla Türkiye’den ithalat yapmaya muhtaçlar. Bu süreci iyi değerlendirelim. Ve, İran’ın kısa sürede Avrupa şirketleriyle 23 Milyar Dolar anlaşma nasıl yapabildiğini de bir kez daha sorgulayalım.
ABD’nin bulunduğumuz coğrafyadaki en kritik önemdeki iki stratejik ortağı olan İsrail ve Suudi Arabistan’ı resmen çiğneyerek, İran’la ‘nükleer’ konusunda anlaşmaya varıp, Avrupa Birliği ile birlikte İran üzerindeki ambargoları kaldırması, uluslararası diplomasinin halen gerekçelerini anlamaya çalıştığı bir gelişme. İsrail Başbakanı Netanyahu’nun, Dünya Ekonomik Forumu’nun Davos’ta devam eden yıllık zirvesinin ilk gününde ‘Daeş’i İran’a tercih ederiz’ açıklaması, Suudi Arabistan’ın bir ay öncesinden başlayarak attığı adımlar, ambargoların kalkması ile bölgede çok daha ciddi ölçülerde siyasi inisiyatif alması beklenen İran’a yönelik her türlü tedbirin alınacağına işaret ediyor ki, İran açısından yapabileceği en kritik hata, Türkiye’ye yönelik terörü desteklemek dahil şımararak Türkiye’ye karşı hasmane tutum sergilemek olacaktır.
Suudi Arabistan’ın göstereceği yakınlığın yanı sıra, İsrail ve Mısır’ın uzatacağı zeytin dalı ile bölgedeki diplomatik gerginlik başlıklarının bir kısmını geride bırakan Türkiye’yi rencide etmek, İran için yeni riskleri de beraberinde getirebilir. Türk iş dünyasına da bir uyarım olacak. İran üzerindeki ambargoların kalkması, ekonomi medyasında sıklıkla ‘fırsat’ başlığı altında değerlendirilmekte. Ancak, konunun ‘risk’ kısmı daha ağır basıyor. Çünkü İran, son 40 yıldır var olan ambargolara rağmen, imalat sanayinde var olma çabasını sürdürdü. Bu nedenle, uzun zamandır bakir kalan pazar olma özelliği ve nüfus gücü ile başta Avrupa Birliği olmak üzere, batılı ülkelerin yeni yatırım alanı olma yolunda hızla ilerleyebilir.
Bilhassa Türkiye’nin, dünyanın önemli otomotiv üretim merkezlerinden birisi olmuş iken, dünya şirketlerinin yeni yatırım arayışlarını İran’a kaptırması şansızlık olacaktır. Bu nedenle, Türk şirketlerinin müteahhitlik projeleri, yazılım, perakende derken İran’ın yeniden dünya ekonomisine açılımı esnasında ortaya çıkan fırsatları değerlendirmek adına atacakları adımlar bir 10 yıl sonra Türkiye açısından hayli ‘zorlayıcı’ bir rakibin doğmasına da yol açabilir. Bu nedenle Fars bürokrasisinin, zorlu dönemlerinde Türkiye’nin gösterdiği onca yakınlığı görmemezlikten gelen tutumları dahil, İran’ın Türkiye’yi bir hasım gibi görmek yerine, ilişkileri geliştirecek bir tutum içinde olması, bizden önce İran’ın lehine olacaktır.